Yaprak dökerken rüzgarı sevmek…

Neye direniyordun? Neyi korumaktı gayen? Neye sahiptin ki, kaybettin?

Yapraklarını o pek sevdiğin rüzgardan koruyamadın. Rüzgarı sözlerinle ikna edebilir miydin? Onun hiddetini yumuşatabilir miydin? Gücüne karşı nefessiz kalmadan, kalbin patlayacak gibi atmadan konuşabilir miydin? 

Ne yapacaktın, hayallerindeki gibi kanatlarını açıp güneye, rüzgarın yumuşayacağı bir yere mi kaçacaktın? Hayalin bile hayal değil; rüzgar istemezse nasıl taşıyabilirsin o bedeni, ne kadar süre kaçabilirsin ve ne kadar değiştirebilirsin kaderi? 

Kabullenemiyorsun, kendine kızıyorsun, kendi hatanı bulup kendini asla affetmemenin yolunu arıyorsun. Önlem alabilir miydin? Bahara dön. Düşünelim.

Yaprakların güçlüydü, yeşildi. Rüzgar sana şarkılar söyletirdi. Ama işte tüm ağaçlara sana davrandığı gibi davranırdı ya, görmezden geldin ve kibrin gözlerini kör etti de kendini özel sandın. Hepsinden daha güzel şarkı söylemeye çalıştın, daha çok sevdin, rüzgarın her dediğini daha dikkatli dinledin, bazen yanında tutmaya çalıştın, bazen serbest bırakıp sadece uzaktan baktın, her şeyi denedin… ne değişti?

Senin diğer ağaçlardan farkın, sen öğrenmiyorsun. Sen her bahar rüzgara bağlanıyorsun, yapraklarını dökeceğini bir gerçek değil bir ihtimal olarak görüp kendini kandırıyorsun. O yüzden rüzgar sadece yapraklarını dökmüyor da seni öldürüyor.

Halbuki ağaç dediğin, rüzgara değil toprağa bağlanır. Rüzgarlarla tüm bahar oynar, yazın gördüğüne sevinir ve sonra artık üşütmeye başladığında yapraklarındaki canı çeker de köklerine kapanır. Ağaç bilir; rüzgarın döktüğü o yapraklar toprağını besler, sonra da rüzgar ne kadar sertleşirse sertleşsin, farketmez. Toprak ağacı ayakta tutar, ağaç toprağı yanında.

Ağaç olacaksan rüzgara kızmamayı, yaprağını adabıyla dökmeyi ve toprağını da sevmeyi bileceksin. 

Ha illa ki rüzgar seveceksen, o zaman da çam olacaksın.

Yaprak dökmeden rüzgarı sevmek…

Neye direniyordun? Neyi korumaktı gayen? Neye sahiptin ki, kaybettin?

Sapasağlam olmak istedin, zarar görmemek ve acı hissetmemek. Her canın yandığında daha da dikenlendirdin yapraklarını, daha sıkılaştırdın ve hayat da hiç yumuşak yanın kalmayana kadar canını yakadurdu. Sonunda kendi aşılmaz savunma kalkanını oluşturdun. 

Dikenli teller kadar caydırıcıydı duruşun. Senden daha güçlü olanı yanına koymaz oldun. Bir küçümsediğin kuşlar var yanında, ve hepsi bahar gelince senden giderdi. Bir de senin kadar hoyrat rüzgar. Çünkü sen her kıpırtıda dahi süngülerini çektin ve kendini yalnızlığının içine hapsettin.

Ne meyve verebilirdin, ne çiçek açtın. Ne diğer ağaçlar gibi bahar neşesi bildin ne Nisan yağmurunu kana kana, umarsızca içebildin. Sen kışı sevmeye ve tüm karın ağırlığını taşımaya mecburdun.

O sana yakın olmasına izin verdiğin, sevdiğin rüzgar bile eğemedi seni. Dinlemedin, dimdik durdun. Kibrin, kozalakların kadar katıydı. Katmanlıydı. Yine de onu çok sevdin; onun getirdiği özgürlük kokusunu sevdin, yapraklarının arasından geçerken seni tüm tozundan arındırmasını sevdin, yumuşacık dokunmasını sevdin, başka hiçkimsenin saramayacağı gövdeni sarabilmesini sevdin. Teklifsizce, davet olmadan gelebilmesini sevdin; her daim canlı olmasını, senden bir şey istememesini ama sana en bunaldığın anlarda birazcık huzur verebilmesini.  Ama bir yanıyla korktun hep, yazları uzaklara gittiğinde belki de geri gelmeyeceğinden ve bir de kızdırırsan seni kökünden savurup koparabileceğini bilmekten. Karşısında ruhun da bedenin de yetersiz hissettiğin için çok korktun.

Zaten her zaman korkuların seni yönetti. Her zaman herkesten çok kendine güvendin, zamanla kendine yetebilme arzun büyüdü ve kimseden yardım isteyemeyecek hale gelirsen güvende olursun sandın. Ama sen güçlendikçe, dikenlendin, dikenlenince kendin de korkutur oldun. Bir süre sonra kendini değil, etrafındakileri kendinden korur olmuştu korkuyla büyüyen dikenlerin.

Yıllar içinde çok yoruldun ama bir an bile düşürmedin süngülerini, yorgun dikenlerini bir kez daha döktün ve yerine yenileri daha sivri çıkardın. Çürümeden döktün kozalaklarını ve yerine daha kalınlarını yarattın. Yıllar evvel sonbaharda giden kuşlara üzülürdün, sonraları gelenlere bağlanmamayı öğrendin. Ardından onları dinlememeye, önemsememeye başladın. Bu bahar artık şarkılarını duyamaz, güzelliklerini farketmez ve yavruların neşesiyle bile eğlenmez haldeydin. Onlar da seni eğlendirmeye çalışmayı bıraktı. O an kalbin kozalakların kadar katılaştı. Seni takdir edebilen, -en azından faydalı- hissettirip canlı tutan son renk de hayatından çıktı.

Sonra üstüne yaz geldi ve rüzgarın da kesildi.

O an her şeyi anladın. Değişebilmek için derin bir nefes alıp gücünü yeni dikenler üretmek için değil, dikenlerini dökmek için kullanmalıydın. Niyet doğruydu.

Ah bir sonbaharın yağmurlarına kadar dayanabileydin. Ah bir kış gelip doğa neşesini kaybedince, çevrenle eşitlenebileydin ve keşke bahara kadar aklını başına toplayabileydin… Olmadı.

Etrafındaki kuşlar gibi istilacı değil de kurtarıcı sanıp yücelttiğin,  kuru ve sert yapraklar arasında dolaşmasını hasretle beklediğin, yere göğe sığdıramadın rüzgar… O rüzgar bu kez sana alev taşıdı.

Bir gün hiç beklemediğin bir anda, seni bırakıp gitti sandığın rüzgarın uzaklardan huzur verici sesini duyunca dönüp gülümsedin. Sen özlediğin bir sevgiliye kavuştuğunu sanarken, o çok normalmiş gibi gölgene bir cılız ateş taşıdı. Yıllardır döktüğün o kuru kozalaklar ve o çıradan bile çıra dikenli yaprakların bir anda alevlendi ve sanki yeniden canlandı.

Sen alev aldın, rüzgar alevi bedenine sardı. Rüzgarın bir gün seni yakacağını hiç düşünmediğini farkettin, kendine şaşırdın. Göz yaşı dökebilsen dahi ölümünü yavaşlatmamak için ağlamazdın. Hiçbir şeyi kontrol edemeyeceğini anladın ve kendini bıraktın. Rüzgar da sana veda bile etmeden, seni yavaş yavaş yanmaya bırakıp kaçtı.

O an dahi ona kızamadın ve hatta koca bir çam değil, rüzgarın peşine takılıp gidebilen bir yaprak olarak yeniden doğmayı hayal ederek kendini bile yalnız bıraktın. 

Neyse ki tüm kuşlar zamanında kaçmıştı.

Yaprak olup rüzgarı sevmek…

Gerçekleri kabullenmeye direniyordum. Hayallerim vardı ve tüm umutlarım hayallerime sarılıydı, onları sımsıkı tuttuğumu sanarken baktım ki hepsini avcumda ezmişim. 

Bu yaz çok uzun sürdü. İlk kez hiçbir şeye müdahale etmeden ve hayatı kendi akışına bırakarak sorunların üstesinden gelmek istedim. Bir yaprak gibi rüzgara bıraktım kendimi, çünkü gücümün rüzgara karşı koymaya yetmeyeceğini farkedecek kadar aklım yerimdeydi. Daha fazla değil.

Rüzgarın beni götüreceği yere razıydım. Çünkü artık zamanın en iyi yargıç olduğuna inanıyorum. Zaman, seni çok zor duruşmalara sokar ve o sanık sandalyesine oturtur. Bazen kendinden başka şahidin de olmaz. Bazen isyan edersin, haksız yere cezalandırıldığını düşünürsün. Halbuki o sadece bir duruşmadır. Ya da bazen sen bile kendini suçlu hissedersin, bırakılsa kendini asacak hale gelirsin… Allahtan o sadece bir duruşmadır. Ve zaman her zaman sana adil davranır ceza konusunda, sadece o celselerin senin ömrünü tüketmesine engel olamaz. Zamanın yargı sistemi iyi ama maalesef çok yavaştır. Ve o yargılama masum için başlı başına cezadır.

Eskiden o yüzden tüm o yargı sürecini hızlandırmak için çırpınır dururdum; şahit bulmak, delil toplamak, uzlaşmaya çalışmak, ağlayıp sızlanmak, isyan edip suçlamak… Bu kez ise sadece bir yaprak kadar güçlü olduğumun bilincinde sadece rüzgara sığınıyorum. Sonunda kimin ne ceza alacağını umursamadan, en azından duruşma sürecinde cezalı hissetmemek için kalan her şeyimi korumaya çalışıyorum.

Rüzgarın beni götüreceği yere razıyım. Razıyım çünkü biliyorum ki hassas da olsa bedenimle taze polenler ve yeni umutlar taşıyorum. Biliyorum ki her şeyi er ya da geç geride bırakacağım. Biliyorum ki gittiğim yerde yeniden umutlarım yeşerecek ve yeni yapraklar açacağım. Biliyorum ki aklanacağım.

Ve biliyorum ki bundan sonra hiçbir şeyi avcumda bu denli sıkmayacağım.

Leave a Reply