yola çıkış günü

Bu bir mektup. Zehir zemberek bir mektup. Tam senin hakettiğin şekilde yolları ayırmak için yazılmış, senden ölesiye nefret eden bir mektup bu… Bana tüm yaşattıklarından sonra; midemdeki sancıyla, başımdaki ağrıyla, tüm uykusuzluğumla yazdığım, nefretten başka çaresi olmayan zavallı mektup işte bu.

Son buluşunla gurur duyuyor olmalısın… Bana ne kadar zavallı olduğumu anlatan, senin ne kadar mükemmel olduğunu apaçık ortaya koyan o inanılmaz bakışınla. Hani, apansızca karşıma koyduğun ve bana “benden uzak dur” demenin en ‘münasip’ yolu olan o bakış. Artık ertelemeye çalışma. Borçluymuşum gibi hissettirme beni, sana sinirlenmemi engelleyecek şekilde, arada karşıma çıkma ve;

– Canım, deme bana, n’aber?

Yüreğime zaten artık hiçbir şey dokunamıyor. Yüreğim mosmor. Soru sormadan sen, cevaplıyorum kendi kendime. Sen asla doğru soruları sormayacaksın ki. Ben kendi sorularımın cevabındayım henüz. Hepsi ilk yardım amaçlı cevaplarımın, tedavinin nasıl olacağını bilemiyorum. Umursamıyorum da, artık yaşamdan sıkılıyorum. Yetinemeyeceğim bir dönem, içimdeki pollyanna tatilde. Onu tatildeyken özlemiyorum. Beni başka duygularla aldatıyor, ona inanmıyorum. Ama yerine de bir şey koyamıyorum. Uzak bir yerlerde beynim şu an belki içimdeki pollyannayı arıyor. Kıskanç bir yanım, gizlice onu izliyor. Sahiplenmiş yanım acı çekiyor. Özgür yanım burada ama tek başına çaresiz görünüyor. Hiçbir yanımı diğerine tercih etmiyorum hepsi kendi derdinde şu aralar. Yollarda telefonum çalıyor mu diye beni durduran, yatağımda beni saatlerce döndürüp duran, tüm beynimi karşıma alan yeni bir yanım daha var. Ona alışmaya çalışıyorum. Ona çok vakit ayırıyorum. Her kurduğum hayal yarım kalıyor. Yoğunlaşamıyorum. Umutsuzken yüreğime kimseyi dokundurtmuyorum.

Hiç birlikte umutsuzluğa düştüğümüzü, acı çektiğimizi düşenebiliyor musun? Ben düşünemiyorum. Benim acılarım ve senin acıların var. Ama ben seni umursadığım için yalnız kaldım. Bundan korkmuyorum. Yeni hiçbir şeyden korkmadığım gibi. Sadece eskiler tekrar tekrar karşıma çıkınca ürküyorum. Seni karşımda görmekten hoşlanmıyorum. Becerebilir miydik diye düşünmek istemiyorum. Geriye bakmak istemiyorum. Usulca sıvışmak istiyorum bu hayattan. Başka bir yer bilmiyorum gidecek ama vazgeçme zamanı geldi de geçiyor bile. Başka hiç kimseye benzemediğimi farkediyorum her yeni günde. Bundan hoşlanmıyorum içimde pollyanna yokken.

Halbuki ne kadar kolay geldi her şey. Uzun zamandır bekliyordum seni, tam burada… Heyecanlıydım, bilsen ne kadar çok. Çok sessiz bekledi seni İstanbul benimle birlikte, hiç farkettirmeden beni izledi; avutamadığım bir çocuk vardı içimde, hiçbir zaman yeterince koyu olmayan bir fincan kahvem vardı, dudaklarımı yakan sigaram vardı…. Bir avuç toprak vardı gömleğimin cebinde, indiğim dağlardan yanımda getirdiğim, kimseyi öldürmemek için senelerdir inmediğim dağlardan… çiğdem kokan bir tek avuç toprak…

Şimdi ise boğazımın iki yanı karanlık. Boğazımda garip bir şey var.

Senin çoktan söylemeye alıştığım adın var, hiç beynimden çıkmayan sesin var, düşündükçe içine battığım sancın var. Her gece uyuyabilmek için unutmam gereken ne çok şey var. Gitsem peşimden gelir miydin? Gitsen, “peşimden gel” der miydin? Deseydin, tüm duraklarda dururduk… Her köşede birine adres sorardık… Hepsinin sonunda yine eve dönecektin ve beni de kendi evime dönmeye mecbur edecektin. Bana katılıyorsun değil mi, ne güzel! Kızmıyorsun, herkes gibi olumsuzluğuma, benim gibisin… ne iyi! Hala seninle kalmak istiyor olmam ne yazık!

Suçu atmadın üzerime ama suçladın. Haklıydın üstelik, farkındaydın durduğum yerde sağlam durmadığımın. Hep geri dönmeye meyilli, hep seni tutmaya istekli, hep kıskanç, hep beklentili olduğumun. Tüm sınırlarımız çok silik olmasına rağmen ne kadar gerginmiş. Demek istediğim, mutluluk dolu hayallerimin sonlarını uydurmaya başladım. Anlatamadım değil mi? Senin adına yaptığım bir şey bu, alışmak için kendimi zorladığım yeni bir sorumluluk.

Bazen susuyordun… Bağırmaktan korkuyordun. Korkmasaydın keşke, belki biraz canım acırdı ama sonra geçerdi. Bana bir yabancıymışım gibi davrandın ve sonra da uzaklarda bıraktın. Ama dost olmanı, buralarda olmanı istemeyeceğim senden. Gerçekten istemeyeceğim… gerçekten istemiyorum…

Ama… beni dinle; zaten buradasın, aynı dalın ucunda sallanıyoruz be sersem! Düşeceğiz sonunda, kollarımız yeterince uyuştu, yoruldu. Sen, ellerimin sana değmesinden korkuyorsun. Elim hissiz. Düşüyoruz diyorum, anlamıyor musun? Belki de seni güvencede hissettiren bir şey var, benim hiç farketmediğim başka şeyler var… Tek başıma düşeceğim birazdan belki de… Tahminden daha erken düşeceğim belki de… Bırak diyor şeytan!

Sağlıklı düşünemiyorum, hasta da olsa düşleyemiyorum… Bir kuru yaprağı dahi kıpırdatamıyorum… Tüm sistem çoktü ve tek bir kopya sistem diski bile bulamıyorum. Sürünüyorum, sürtünmeden pürüzleniyorum. Bu saatten sonra sıradanlaşmaktan korkmuyorum. Korkacak bir sürü yeni şey buldum kendime; sensiz ölmekten korkuyorum, sensiz olmaktan korkuyorum, delirip gerçeklerden kopmaktan korkuyorum. Tüm gölgelerden korkuyorum…

Senin geldiğin yolları küçücük taşlarla kaplamalıydık. Parlak, temiz, kum irisi taşlarla. Sonra bir kez üzerinde birlikte yürümeliydik. “Olur” demeliydin bana, en başında anlaşmalıydık. Korkmasaydın keşke benim kadar, ilk taşı sen atsaydın;

– Bak, deseydin, bu bizim yolumuzun ilk taşı. Sen istersen olur…

– Biliyorum, deseydim, sen gerçeksen olur.

Cebimdeki toprağı boşaltsaydım o yola. Kimseyi öldürmemek için yıllarca inmediğim dağların çiğdem kokan toprağını… Sen de korkmasaydın ben de korkmasaydım, ellerim yanıma düşerdi, yanında uyurken dişlerim gıcırdamazdı, ölüm rüzgar olurdu ve dışarıda eserdi… Ellerimdeki toprak kokusu geçerdi, çiğdem kokusu biterdi, sen kokardı ellerim…

Günler geçti… kokun uzakta.

Düşlediğim sürece, boğazımın her iki yanı karanlık. Boğazımda garip bir şey var. Sen orada durduğun sürece, umutsuzca salınan yüreğim var, İstanbul Boğazı’nın insafına kalmış sessizliğim var, üç kuruşluk pusum var, bir vuruşluk susum var.

Her neyse, böyle şeyler gelmez insanın başına sık sık… ellerinin arasından kayıverir sen daha ne tuttuğunu anlayamadan. Bitiverir. Ağlarsın sadece.

Bu bir mektup. Zehir zemberek bir mektup. Yeterince uzun bir mektup. Uykumu kaçıran, midemi yakan, başımı ağrıtan, salt nefret kokmayan bir elveda mektubu. Senin gurur duyduğun bakışlarının ardındaki “uzak dur” mesajına ithafen yazılmış bir mektup.

Şimdi karşıma çık… Ne kadar aptal olduğumu söyle, her şeyi ne kadar yanlış anladığımı… dudağına küçümseyen bir ifade tak ve erdemlerden bahset, insanoğluna bahşedilen potansiyel erdemlerden. Maymun iştahımdan bahset ve durmam gereken yere saygı duymadığımdan:

– Canım, de bana, paranoyaksın.

Sonra da arkamdan uzaklaşmamı izle. Nereye gittiğimi sorma bana. Cebimdeki toprağı dökerek ardımdan, geldiğim yere dönüyorum.

……….

geri dönüşün dönüşünün ertesi günü

Gözlerimiz karardı…

Bakmaya doyamadığımız anın hemen sonrasıydı…

Bir baygınlık gibi… tam var olmaya karar verdiğimde, ben dahil, beni duyan olmadı. Bir anda… körlük gibi değildi, geçici olduğu belliydi. Ama korku bu ya, sonsuza dek böyle kalacak gibiydi.

Böyle düşünmüyor musun? Yazık… sen bir şey görebiliyor musun? Beni görebiliyor musun? Canım, geri geldim, yanındayım, seninleyim, beni görmüyor musun?

Canım? Duymuyor musun? Geçti… öyle değil mi? Canım, burada mısın? Hadi, buradayım, yanında kalmalıyım.

…………

sensizliğin ertesi

Gittin. Ben buradayım, senin eşyaların yok… komik.

Nedenini anlamıyorum. Bu yaptığın doğru mu? Nereye gittiğini dahi bilmiyorum. İnsanlar seni soruyorlar, kalbim acıyor.

– İyi, diyorum, buralarda…

Ölmek kolay değil. Hele ölüyü gömmek. Beni gömmeni istemiyorum. Garip ama hala sana inanıyorum. “Bir bildiği vardır”, diyorum, “bildiği yoksa geri gelirdi”. Ne bilebileceğine dair hiç bir fikrim yok. Düşünmek beni yoruyor.

Seni izliyordum, yanağından geçen rüzgarı, rüzgarın ardını, arkandaki dünyayı, dünyandaki gölgeleri, gölgelerdeki sırları, sırdaki aksini, aksiliğinin nedenini… sonra gözlerimiz karardı. Mutluluk ikiye bölündü, yalnızlık ispatlandı. Kafam karıştı… Gittin bir tek sebep bırakmadan…

Anlatsan anlamaz mıydım? Anlattığın hiçbir şeyi anlamadığımı düşünüyor olmalısın… Benimse beynimde sana dair bir sürü detay, onlarla oynayıp duruyorum. Birkaç güzel andan kalan bir sürü ayrıntı… bir sürü renk, bir sürü koku, bir sürü… Belki gerçekten yaşanmamış ya da hiç paylaşılmamış motifler bunlar. Belki de gerçekten hiç değerleri yok.

Yolda beni düşündün mü acaba? Sadece merak ediyorum, kolayca beni gömdün mü? Ölmek hiç kolay değil.

Bu gece dolunay var. Senin üzerinde de, benim üzerimde de… Senin de için içine sığmayacak, bir şeyler boğazında büyüyecek… benim de. Ve ben bu gece ağlayacağım. Sonra yine sana dair bir hayal kuracağım kolayca teslim olmamak için ölüme. Sonra ben üşüyeceğim, sen değil.

Bavulumu alacağım, yeni boşalttığım bavulumu tekrar toplayacağım. Bu kez daha hafif olmasına özen göstererek. Geçmişe dair hiçbir şey koymayacağım içine. Çünkü senden öncesi de sen kokuyor artık senden sonrası kadar. Evden sadece annemin fotoğrafını alacağım.

Önce geldiğim dağlara döneceğim ve gömleğimin cebine biraz toprak koyacağım, çiğdem kokan bir avuç toprak. Sonra denize ineceğim ve toprağı bir yardan aşağı savuracağım. Bir kulübe bulacağım; denizden uzak, hikayelerden uzak, insanlardan uzak. Bir kedi bulacağım, ona sarılacağım sabahtan akşama. Ben anlatacağım o dinleyecek. Sonra kediye soracağım;

– Dışarı çıkmak ister misin?

Kapıyı açıp kediyi yolladıktan sonra, bir bira açacağım kendime. Sonra da uykuya dalacağım. Tüm diğer normal insanlar gibi. Dışarıda rüzgar esecek, yeşiller kararacak, gölgeler kaybolacak, belki yağmur yağacak, bulutlar gidecek, her yer pırıldayacak, pırıltılar karışacak, doğrulup son bir sigara içeceğim, içini tam boşaltmadığım bavula bakarak… Sonra kedi kapıyı tırmalayacak, kapıyı açıp onu içeri alacağım.

Uyuyana kadar hayal kurmamaya çalışacağım…

Post navigation

Leave a Reply