İnanılmaz bir şey hayat… Ne aptal bir laf bu değil mi? İnsan arada bir bunu söyleme ihtiyacı duyuyor. Ne bileyim, ne kadar her şeye açık olduğunu düşünsen de, ‘eğitimli’ olsan da, pek çok şeye “hayat bu!” diyebilsen de bir an geliyor, şöyle bir bakıyorsun ki her şey garip bir hal almış. Daha önce hiç düşünmemiş olduğun bir şeyle yüzyüze kalıyorsun ve buna inanamıyorsun. Genelde hep berbattır bu ‘inanılmaz şey’ler, bu yüzden inanamamaktan çok inanmak istenmez. Sadece başkalarının başına gelen şeyler iyidir ve bu tür durumlarda da “Hayat ne garip” kalıbı kullanılır. Bu tip olayların içinde yer alan kişiler ise daima kıskanılır. Onlar, o anda “hayat bu” kalıbını kullanma eğilimi içindedirler çünkü.
Çok bunaldım. Şu, hala aval aval bakıp hiçbir şeye inanamıyor olma durumum beni artık yormaya başladı. Bazen düşünürken kendi suratımı görmek istiyorum. Büyük ihtimalle, Mini’ye seksi bir takım iç çamaşırı ve jartiyer alırken gizli kamera ile görüntülenmiş, bu görüntüleri tüm açıklığı ve çarpıcı yorumlar eşliğinde izleyen pediatri uzmanlarının saldırısına uğrayarak kariyeri darma duman edilmiş Mickey Mouse’un, komşularının tacizine aldırmamaya çalışarak bahçe sularken taşıyabileceği yüz ifadesine sahibim bu ‘inanılmaz’ı düşünürken. Bu cümleyi yazarken zorlanmış olduğumu düşünüyorsan halt edersin… (Bunu yazarken bir az zorlandım, hatta “halt edersin” yerine “haltedersin” yazmak için dayanılmaz bir istek duyuyorum.)… (Her şey karışmaya başladı, yukarıda “biraz”I ayrı yazmışım)… (sonuncusu teknolaojik bir sorun)… Yeter.
Bugün yazacağım hiçbir şeyi komik olsun diye yazmıyorum. Asla hiçbir şeyi komik olsun diye yazmadım. Ayrıca komik olan bir şey yok.
Hayatımda ‘inanılmaz’ olan ve bence bu kadar sorun olan şey şu ki, soya soslu fıstık bağımlısı oldum. Yeni bir düzen kurma kararı verdirildiğimden bu yana altı buçuk ay oldu. Önceleri spor salonuna başlama, dil kursuna gitme gibi deşarj ve rehabilitasyon amaçlı aktiviteler yapmayı düşündüm herkes gibi… ha tabi bunları saçlarımı kısacık kestirdikten sonra düşünmeye başladım. Ayrıca saçımı kestirmeden önce düşünebildiğime dair hiçbir delil yok elimde. Bu arada, şu saç kesme meselesi çok garip, ben buna ‘Delila Sendromu’ diyorum. Kadınlar acı çektikleri zamanlar, ta içlerinde bir yerlerde Delila’yla karşılaşıyorlar. Herkesin, son derece emin bir şekilde, kendisine aşık bir adamı tuzağa düşürdüğüne inandığı o kadın hala tüm kadınlarda yaşıyor ve hikayeyi yalanlıyor. Bu basit sendrom, bir aşka gölge düştüğünde, hasta tam kendisi ile hesaplaşacakken ortaya çıkar ve hastayı yönlendirir. Delila’nın bu yardımı olmasa, belki de öfke şiddete dönecektir. Delila ise, aşk her yaralandığında, bıkıp usanmadan, anlamayanlara karşı kendisini ve aşkı savunur… yüzyıllardır banyonun veya kuaförün fayansları üzerindeki, kadının cesurca bir tek kez bile dönüp bakmadığı o güzelim saçlarda hep aynı mesaj vardır:
– Kötü bir hikaye dilden dile anlattığınız. Kötü ve acımasız… Tam da yalancıların ağzından çıkabilecek bir hikaye. İnsanın gücü saçında olabilir mi hiç? Bilakis, bak yine kesiliyor ve hiçbir şey olmayacak, sapasağlam kalkacak o da yerinden ve tekrar hayata yol alacak.
…
Aman tanrım banallik girdi şimdi de içime. Halbuki tüm söylemek istediğim; son derece masum ve takdir edilesi bir davranıştır saç kesmek/kestirmek ve çok şık bir protestodur hayata. Ben de aynı şeyi yaptım; bir koltuğa oturdum ve bitmesini bekledim. Yeni bir yüz görene kadar olan bitenin farkında değildim. Aynada başka bir ben vardı artık, daha önce hiç acı çekmemiş bir ben, şüphesiz daha şanslı bir ben…
Her neyse… saçım gitti ve bir hobi düşünmeye başladım ki, işte çok yoğun bir döneme girildi, böylece acı biraz hafifledi. Yanlış bir söylem bu, şöyle demeliyim; acıya yenilmedim. Çünkü ne kadar açarsan kalbini o kadar ölüyorsun ve ben sana kendimden bahsederken ilk kez duyduğum şeyleri söylüyordum. Neyse ki kediler dokuz canlı. Veya, neyseki çekirgeler iki kez, kesin, sıçrayabiliyor. Tek bildiğim bu kez ölmedim.
Bu arada bir mucize olmadı ve ben de tekrar eski ben olamadım. Bir tarafımda çok ciddi bir kırık vardı ve bir doktora danışsaydım bana zamanla iyileşeceğimi söyleyecekti. Bu durumda bir doktora gitme ihtiyacı duymadan her şeyi zamana bıraktım. Garip bir iyileşme süreci yaşıyorum. Önceleri sadece bir şeyleri orada burada kaybetmek, anlamsız alınganlık ve dalgınlıklar, her kitaba ve filme hönkürerek ağlamalarla başlayan iyileşme sürecim zamanla yerini bir takım deli saçmalarına bıraktı. Mesela, Rize’ye düşen yıllık ortama yağış miktarı kadar kaza yaptım altı buçuk ayda. İki kez uçağa binmem gerekti ikisini de kaçırdım. Hayatımda ikinci kez on üç yaşımdaki kilomdayım ama on üç yaşımda boyum bundan on santim kısaydı. En basit gündelik gelişmeleri bile hatırlayabilmek için küçük defterlere notlar almaya başladım. Senelerdir bir şeyler yazarım ama bu süre zarfında bir kenara not ettiğim ve not ederken bana mucizevi gelen bir takım cümleleri şu an okuduğumda karnıma ağrılar giriyor, çünkü tek bir şey bile anlamıyorum. O kadar mucizevi şeyler ki… (bu arada o tamamlanamamış cümlelerden biri şu: “Garfield’in mola hikayesi”)
Hayat kontrolümden feci şekilde çıktı. Artık hiçbir şey kalıcı değil gibi, hepsi bir sahne sanki ve üflesem yıkılacak. Ölmedim, korkudan değil, zamanla geçer miymiş onu da merak ediyordum. Geçtiğinde orada olmak istiyordum. Kendime kahkahalarla ve karnımı tutarak gülmek istiyordum.
Konuya dönmem gerekiyor artık… Üç aydır, oldukça orjinal (neden bütün kötü orjinallikler beni bulur) başka bir dert var başımda. Soya soslu fıstık bağımlısı oldum. Kilolarca yiyorum, hiç durmadan, önümdeki bitene kadar. İnsanın böyle bir durumda etrafındakileri uyarmaya çalışması ne kadar komik biliyor musun? Aileme mesela şöyle dedim:
– Lütfen bunlardan daha fazla yememe engel olun, yiyorum ve ben kendime engel olamıyorum.
Cevap bile vermediler. Bunun bir beğeni ve takdir cümlesi olduğunu düşündüler. Tıpkı, kadınların düzenlediği ‘gün’lerdeki replikler gibi…
Tanrım, ne anlatıyorum ben?
Ben de zaten depresyonun verdiği doğal sessiz kalma ve yenilme güdüsüyle mücadele etmiyorum artık. Alışverişe çıkarlarken kapıda yakalıyorum ve:
– Fıstıkları unutmayın, diyorum. Gözlerimde şeytansı bir ifade, ve dişlerimin arasından akan köpüklü salyaları görmeyecekleri bir şekilde gülümseyerek…
Bunu bir psikologla konuşmayı düşündüm. Sadece bunu değil tabi, gitmişken bir takım kişilik ve davranış bozukluklarımı anlatabilir, her gece gördüğüm ve senin hepsinde Hitchcockvari bir edayla sahnelerin birinde mutlaka göründüğün kabuslarımı anlatabilirim. Bunları birilerine anlatmazsam ölürüm zaten. Depresyondayım ya, eski ve uzun süreli arkadaşlarımla görüşmeyi tamamen kestim. Maalesef iyi arkadaş seçimleri yapmışım zamanında ve hepsi bende bir gariplik olduğunu sezinliyorlar. Sanki bir borçmuş gibi beni görüşmeye ve konuşmaya zorluyorlar. Keşke hepsine “bunları hissediyorum” diye, kenara köşeye yazdığım o aptal cümleciklerden birer tane verseydim. Ama kendimce mantıklı bir şekilde homurdanıp, bahaneler uydurup kaçıp duruyorum. Bazıları şimdiden pes etti, benimle uğraşmıyorlar.
Her neyse bir an evvel bir psikologla görüşmezsem, kısa bir süre sonra bir imamla görüşmek zorunda kalacağım. O güzelim, çıtır çıtır fıstıkların şeytan işi olduğuna inanıyorum. Olamaz mı? Ha, Ha!… İğrencim.
Her sabah uyandığımda, elime bir avuç soya soslu fıstık alıp aynanın karşısına geçiyorum ve karşımda bir psikolog varmış gibi her şeyi anlatmaya başlıyorum:
– Merhaba. Ben bir bağımlıyım.
– Ne tür bir bağımlılık?
– Fıstık.
– Ne tür bir fıstık?
– Soya soslu yer fıstığı.
– Hmm, hiç bırakmayı denediniz mi?
Ne düşünüyorum biliyor musun? Bence hala zamana bırakmakta fayda var. Hani ölüm iyiliği denilen şeyin belki de tam tersi de vardır. Kötü bir uyarlama ile buna “yaşam kötülüğü” veya “hayra alamet” diyebiliriz. Belki birgün fıstık dolu kesekağıdını elimin tersiyle masadan itip; “artık bunlara ihtiyacım yok!” diye bağırabileceğim. Sonra arabaya atlayıp deniz kıyısına gideceğim ve bir posta da denize doğru haykıracağım; “yaşasın hayat!”. Umarım saçlarım o zamana dek uzar ve rüzgarda dalgalanır.
İnsan her şeyi tüketemez, yaşanan en kötü kabus da olabilir en güzel aşk sanılırken de. Bazen öyle bir buzdağına çarparsın ki, bütün değerlerin suya iner, kendin gibi olmaktan çıkarsın. Belki olmaktan en çok korktuğun olur, bir yabancı ya da bir hastaya dönüşebilirsin… Ben, artık yeni biri olduğumu düşünüyorum. Bütün korkuları böcekler gibi ortalıkta kaçışan, bütün hayalleri yalanlanmış, bütün acıları eskimiş, kısa saçlı…
Hepsinin bir olduğuna inanıyorum. Her aşkın aslında aynı olduğuna ve detayları abarttığımıza, her seferinde farklılaştırabilmek ve özel kılabilmek için beynimizin aşka sürprizler eklediğine. Keza acıların da tadı çıksın diye her defasında farklı kodlarla yaşandığına. Hepsi bir. Soya soslu fıstığa bile değer yükletti yaşam. Bir imge yapıştırdı, bir anı yarattı.
Her seferinde aynı sersemliğe düşmenin bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Sen gerçek olsaydın, hala yanımda olurdun. Ben bir yalandan bir masal yarattım. Sana da bu masalda bir kadro ayarladım. Sen gittin, masal bitti. Ama o abartma potansiyeli hala benim içimde, canlanınca bulur başka birini ve vurup koluna kaçar:
– Ebe!
Soya soslu fıstıklara bağlanmanın çok da kötü olmadığını düşünüyorum. Fıstıklar bayat olmadıkları sürece eğlenceliler. Bayat olanları da sırf acı çekmek için yemeyecek kadar kendimdeyim hala. Bunun seni özlemekten daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum.
Görüldüğü gibi hala düşünebiliyorum.
– Merhaba. Ben bir bağımlıyım.
– Ne tür bir bağımlılık?
– Rastgele, kimi yakalarsam. Kim denk gelirse.
– Hiç bağlanmamayı denediniz mi?
– Tabi, çok sıkıldım.
– Bağlanmaktan neden hoşlanmıyorsunuz?
– Hoşlanmadığımı kim söyledi?